“Barış, demokrasi, kardeşlik, pazarlık, satış…” Mümtaz Kotan

23. August 2015 | Von | Kategorie: Haberler

 

Türkiye’de, son günlerde dünyada görülmedik bir şey daha gerçekleşti. Savaşan iki güçten biri, diğerine silah bırak,,alanı terket dedi. Onun da, koşulsuz silah bırakıp alanı terk edeceğini, liderine ait olduğu söylenen bir çağrı ile gerçekleştirmeye başlayacağı açıklandı. (…) Diğer Kürdistan parçalarındaki gerilla güçleri ise, “şimdilik” (!) kalacaklarmış. (…) “Barış süreci” olarak lanse edilen ve de yıllardır arkada duran pazarlıkların neler olduğu da bir türlü açıklanmayan, bütün Kürdistan parçalarındaki birçok unsurun da, Türkiye başbakanı ve yardımcıları tarafından “aktör olarak görüldüğü”, çok anlamsız bir boğaza giriliyor Kuzey Kürdistan’da.. Bu bağlamda silah bırakma, bıraktırma işlemi için, birçok yan yanında, yıllardır devlet programı işlerliği içinde olan, “irade olarak aktör Öcalan’ın da” kullanılacağı açıklamaları ile bir yerlere gelindi.

Kuzey Kürdistan’da “terörist” olarak devlet erkanı tarafından damgalanan gerilla, silah bırakarak alandan “yavaş yavaş” Güney ve Doğu Kürdistan’a çekilmeye başlayacaklar. Silahların nerede kalacağı, depolanacağı da belli değil. Bu anlatılanın resmi son derece hazin bir manzara oluşturacak. Devlet, savaşın asal gücü gerillanın durumunu, ordu içi tasfiyede gerekli biçimde kullandı, terör ayağına savaş tırmandırıldı, ama şimdi kullanılması artık gerekmiyor. İslami devlet yapılanmasının, şimdi de kardeşliğe, birliğe ihtiyacı var. Elbette, PKK de, artık eskisi gibi gerillaya katılım olmadığını, kitlelerin savaş karşısında rahatsızlıkları, Ortadoğu yapılanmasındaki devlet ya da devletçiklerin, yönetimlerin de savaşa desteklerinin azaldığını, parasal sorunlar, büyük devletlerin silah satışlarının ambargo yemesi, vb.. birçok nedenden dolayı gelinen yer övülerek, rasyonelleştiriliyor. (…)

Silah bırakma, çekilme kararı da, 21 Mart Diyarbakır Newroz’unda “terörist başı” olarak yıllardır lanse edilen ve “onundur, değildir,vb..” tartışmalarının hızla devam ettiği, Öcalan’ın kitleye okunan mektubuyla başlatıldı. Bu Newroz’da, yollar diğer yıllardaki gibi kesilmedi, polis güvenlik önlemi aldı, yasak koyulmadı, bütün medya anons yaptı, “akil adamlar, araştırmacı yazarlar, siyaset bilimciler, vb..” daha toplantı olmadan açıklanacak olanı da, devletin ağzını da biçimlendirdiler. Bu arada, kim tarafından ve neye dayanarak seçildikleri belli olmayan, ne yapacakları pek anlaşılmayan bir “akil adamlar” kurulu da işe başlamış. Bazı seçilen unsurlar mazeret belirtip katılmayacaklarını açıkladılar, bunlar arasında çok ciddi gerekçeler belirterek katılmayanlar da var. Az sayıdalar, ama katılmamaları son derece önemli. (…)

Herkes, “kan dökülmesin, barış içinde yaşayalım, biz kardeşiz, silahla olmaz, vb..” söylemleriyle süreci “dün dündü, bugün de bugün” mantığı ile rasyonelleştirmeye başladı. Ödenen bedeller babamızın kesesinden gitti anlaşılan. Yanlışların üzeri özenle örtülüyor, eksikler belirtilmiyor. En önemlisi de, doğruların nemaları “bazılarınca” yenilmeye başlandı bile. “Biz demedik mi” lerle hızlı bir pişmanlık otobanı açıldı, koşan koşana. Bunca yıllık mücadele amaçsız bir savaşa ve en önemlisi de gelinen yerde “kardeşlik, akil adamlık, padişahvari yöneticilik, her şeyi çözme yeteneği taşıyan ekabirler ordusu, her şeye kadir tarikatçılar” vb.. elinde, dilinde ve belinde amaçsız bir barışa dönüştü, dönüştürüldü. Hesap kitap yok. Ne kaparsan kardır. Bugün, 2013’ lere gelindiğinde, dünyanın her yerinde doğal olan, Türkiye’de de bazı gecikmiş değişiklikler elbette var. Ama devlet geleneği, mantığı, Kürtlere bakış zerre kadar değişmemiş. Üstelik bu, hapiste ve tecritli, avukatlarıyla görüşmeyen, görüştürülmeyen; MİT ile yıllardır ne görüşüldüğü, nasıl empoze edildiği ise belli olmayan biriyle, kitlelere dayatılmaktadır. (…)

Barış süreci”ne, devletin açıklama ve tavrına, silah bırakma, bazı bağlantıların durumuna vb.. gelmeden, açıklanan mektuba ilişkin bir şeyler söylemek gerekiyor. Metin eksik sunulmuş, zorunlu bazı temel olgular konulmamış. Elbette savaşta taraflar görüşür, bu görüşmelerde pazarlıklar yapılır, ateş de kesilir. Ama, taraflar vardır, tek yanlı 30 yılın ortadan kaldırılması mümkün olmayan sonuçları, yalnız devlete yontulmaz. Yani, “Türk devleti güçlüdür, bu işlerin sonu yok, galip geldik, vb…” paranoyası ile olmaz.

Tartışması burada olmayacak, önemli bir konu da var, belirtip geçelim. O da, devletin gerillaya yenildiğidir. Şunu da ekleyelim, Türk ordusu önemli bir Nato gücü. Bunun diğerleri gibi, içindeki “Gladyo”nun tasfiye süreci de işliyor. Bu süreçte, gerilla ile mücadelede ortaya çıkan sonuçlar da, ordu içinde iyiden iyiye kullanıldı, kullanılıyor. (…)

Devam edelim. Galip taraf, şartsız/ tercihsiz her şeyi ortada bırakıp çekilmez.Üstelik bu kanlı savaşı, biz Kürtler çıkarmadık. Bunu devlet çıkardı ve en başta, devlet Kürtlerden özür dilemelidir. Ve acil, iki güç arasında barış yapılmasının zorunlu sonucu olarak, ilk elde bazı sorunları da çözmelidir. Ne savaş, ne de barış amaçsız değildir. Bu barışın en önemli amacı, bir halkın, Kürtlerin somut taleplerinin yerine getirilmesidir. (…)

Şimdi okunan mektubun olmazsa olmazlarına kısaca bakalım. Böylesi bir mesajda, aşağıdaki konular mutlaka belirtilmeliydi;

Birincisi; Hareket, barışı, uzlaşmayı belli ivedi koşullara bağlamak zorundadır. Kuzey Kürdistan’ın terk edilmesi ile birlikte, demokratik olmayan bütün koşulların kaldırılması olmazsa olmaz sayılmalıydı.

İkincisi; Gerillanın çıkışı ile birlikte, Jitem güçleri, özel harekat timleri, korucular da silahtan arındırılmalı ve alanı terk etmelidirler. Özel yapılmış karakollar kapatılmalıdır. Düzenli ordu birliklerine de, müdahale yasağı getirilmelidir.

Üçüncüsü; Şartsız/koşulsuz bir genel af zorunludur. Tutuklusu, arananı, hükümlüsü ile büyük bir Kürt kitlesi devlet önünde haksız ve pişman gösterilemez.. Bizzat Öcalan’ın kendisi de müebbed mahkum.

Dördüncüsü; PKK dışındaki tüm kişi ve kurumların, Kürtlerin de içinde olması zorunlu ortak bir süreç belirtilmeliydi. Gerek örgüt içi ve gerekse dış uygulamalar, daha önceki Suriye süreci vb.. konularında bazı yanlışlar olduğu kabul edilip, gerekli tartışmalar yapılarak, öz eleştiri verileceği de belirtilmeliydi.

Beşincisi; Kontrollü ve bağımlı, başından beri tecritli bir kişinin, koşulsuz karar uygulaması, metin açıklaması yanlıştı. Elbette örgüt lideriyle görüşülmesi gerekir, hakları var. Ancak, organsız ve tek iradenin haklılığı, bu süreci tayin edici ve bitirici olamaz.

Altıncısı; Askeri dağ kadrolarına, inisiyatif verilmesi gerekirdi. Pazarlığın orada olması, alandan çıkacak gerillanın onların denetimi ve kararları ile yönlendirilmesi zorunludur.

(…)

Bu belirlemeler, temel eksikler, başından beri ağırlaştırılmış müebbet hapse makkûm olan tecritli birinin her yazdığı, dışarıya çıkarılmadan mutlaka “görülmüştür” damgası yer. Başından beri örgüt ve kitlesel topluluklar üzerinde tek ve vazgeçilmez otoritesi yaratılan ya da sağlanan (ki böylece devlet açısından kontrole alınmış muhalefetin, daha kolay halledileceği, ki hallediliyor, edilecekte) bir liderin, dediği dedik olursa; çözüm değil başka uygulamalar ve sonuçlar kapıya dayanır. (…)

Bu çerçeveyi de, diğer parçaların durumu mutlaka ele alınarak ve somutlaştırılarak sunmak gerekiyor. Ayrıca, silah, uyuşturucu, istihbarat ilişkileri, mafia olarak biçimlenen kişi ve grupların durumları, yüksek düzeyde parasal kaynak, vb.. sorunlar ele alınmadan ve bunlar tasfiye edilmeden, birdenbire alandan, “silahlarınızı bırakıp çıkın” kararı kolay yerini bulmaz.. Böylesi bir karar, devletin elinde eğrilip bükülür, ne idiğü belirsiz bir barışa dönüşür, dönüştürülür. Çünkü, devlet kullanılmak üzere “elinde” çok şey tutmaktadır. Hatta bunları alttan alta, özel görüşmelerde öne çıkarıp, kullanmaktadır da. Uygulama istedikleri gibi olmadığında, bunları kullanacağından kimsenin kuşkusu olmasın.

Biz, Kürdistan Sorunu’nu, siyaset biliminin kurallarına göre, ancak büyük çıkar gruplarının durumu, bölge devletleri vb.. sorunlarla birlikte ele almak, somutlaştırmak; savunulması gerekeni savunmak, eleştirilmesi gerekeni de eleştirmek zorundayız. Bu,bizi bağlayan belli bir hukuku ve ulusal demokratik bir çıkarı ifade etmektedir.(…)

Elbette, barış içinde yaşamak gerekir. Ama bu barış, komşularımızın ortasında bağımsız bir devlet olarak, Kürdistan olarak olsa ne olur? En iyi çözüm bu. Zaten Pazar tümüyle komşuların elinde ve bu pazardan nemalandıkları için hava atıyorlar. Yoksa herkes bizim bu komşularımızı tanıyor. İmparatorluk, önderlik, büyük çıkarların temsilciliği vb.. olguların hasreti ile yanıp tutuşan ve bin yıllardır bize yapmadıkları kalmayan hayın komşular. Her ne kadar şimdi “kardeşlik” serüvenine iteleniyorsak da, Öcalan da içinde bulunduğu durumda bunu şekillendiriyor. Bu üç komşu bizim bütün değerlerimizi sömürerek ayakta duruyorlar.

Buradan çıkışla, biz kiminle ve nasıl barışacağız, hangi koşullarda barış içinde yaşayacağız. Kim bize ne verecek? Yoksa, barış birilerinin tekelinde mi? Barışın, herkesin kabul edeceği bir karşılığı yok mu? Bütün ömrümüzü uğruna verdiğimiz, çocukluğumuzun, gençliğimizin gömülü olduğu topraklar için biz, her zaman barış çağrıları yaptık. Amaçlı barış uğruna amaçlı savaştık. Bize hiçbir şey vermeyen, öldüren, yakıp yıkan ve Kürdistan’da ağaç bırakmayan, bütün yer altı yer üstü değerlerimizi çarçur eden, çalan götüren bir güçle nasıl ve ne karşılığı barışacağız? Herkesin bunları bilmesi gerekiyor. O zaman, kitleler de durur ve düşünürler..

Soyut kahramanlıklarla, psikolojik ve pedagojik biçimlenmelerde, kitlenin yargılama, tartışma, sonuç çıkarma olanağı yok. Dayatmalara, olanaklara bakar durur ve sesini yükseltir. Bu kitle tayin edici değildir, biçimlendirilmiştir. Devletin uygulamalarından etkilenmeyen aile yok. Koruculardan, Jitem’den, Özel Harekat Timleri’nden, polis, vb… bunlardan darbe yemeyen yok. Ama bu kitle, illegalitede çok şeyin tartışılmasını, anlaşılmasını bilemez, bilmiyor. Ayrıca, silahlı mücadeledeki gibi, örgüt yapısı legalleşmeye müsait değil. Çok şeyin değişmesi, değiştirilmesi gerekiyor. O zaman da, değişikliklerin yerine getirilmesi ve zorunlu sonuçları ortaya çıkar. Buna hazır da olmayan bir örgütün, demokratik, geniş tartışmalarında, liderin ve örgütün iç demokrasisi de, uygulamaları da tartışılır, sorgulanır. Demokrasi bu. O zaman, karşılaştırmada iç uygulamalar bazı şeyleri aşarsa, aşağılara düşmemek, yargılanmamak mümkün değildir. (…) O uygulamadan da tüm aileler etkilenmiş olurlar ve iç geçirirler. Adaletsiz, demokratik olmayan, baskıcı, zorba, haksız uygulamalar önünüzü keser bir gün.(…)

Üstelik sürgünlerde doğan, büyüyen insanlar, 30 ya da 40 yıllık durumlarını bazı fotoğrafların altına koyamazlar. Değişmiş bir kitle var ve bunlar zaten Kürdistan’a dönmekte zorlanıyorlar. Evlilikler, oralarda büyüyen çocuklar, iş hayatı, ev/bark edinme vb.. birçok sosyal ve pedagojik neden dönmeye engel. Türkiye’nin batı bölgelerinin ağırlıklı birçok bölümünü Kürtler oluşturuyor ve bunlar devletin, polisin bilinçli uygulamaları ile suç karelerinin asal unsurları durumundadırlar. Bugün İstanbul’un fuhuş sektöründe, uyuşturucuda önde gelen kitlesel halk Kürtlerdir. Suçlu çocukların büyük bölümü bizimdir. Bu alan Kürdistan’a da yayılıyor. Kitlesel sloganların, şartsız/ tercihsiz silah bırakmaların, amaçsız barışın altından bu sessiz duran kitlenin avazı çıktığı kadar bağırması çıkar ve Newroz sloganlarını bastırır, ezer, başka yere dönüştürür. Devlet o zaman “git uğraş seninkiler” der. Bunu 1925’lerde, 38’lerde ve daha sonraları hep yaptı.(…)

Dünya’ya gelişimizde sürgünlerden dönen ailelerimiz, sanki yabancı bir diyara gelmiş gibiydiler. Türk’ten, Atatürk’ten, jandarma ve hükümetten gayrı her şey yasaktı. Yasakların içinde büyüdük. Evlerimizde nenelerimiz, dedelerimiz Kurmanci konuşur, bazıları Ermenice, Pontusça dertleşirdi, ama çocuklar Türkçeye talim ederlerdi. Çocuklarla eğri büğrü Türkçe konuşmak hep gündem ve okul hayatımız “Ne mutlu Türküm Diyene” ile başladı, haftada 5 gün sabah akşam “andımızı” içtik, her sabah istiklal marşını hangi makamda olduğu belli olmayan biçimlerde okuduk. Sınıflara öğretmen girerken yine Türk, yine Atatürk vardı. Bayrak kutsaldı. Bu psikoloji ile askere hazırlandık. İşte bugünlere sarkan MİSAK-I MİLLİ bu sürecin dayatmalarından biriydi.

Hikaye uzun, ama kısa keselim. Solcu oluverdik, UKKTH’(Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) na sarıldık. Buna solcular ve Kemalistler karşı durdular, bırakmadılar. Teorik olarak Kürt ve Kürdistan’ı bu kavramın içine koymamıza izin vermediler.. Onlardan “boşandık” ve ayrılarak kendi kaderimizi tayin etmeye ve “Türkiye’de Kürtler var, ayrı dilleri var, Ortadoğu’da bir Kürdistan var” dedik, bunun teorisini yaptık, savunmaya başladık. Ve Abdullah’ın ortaya çıkışı, bu sürecin ağır bedellerini ödediğimiz, başımıza gelmeyenin kalmadığı zamana denk geliyor. Ama, şimdi terörist, o zaman BÖLÜCÜ’ydük..

O “biz DHKPC’nin devamıyız” diyordu. Ve bu devraldıkları teorik/pratik mirasın adını bile etmiyor. Son mesaj da, devlete birlik çağrısı var. İnsanlarımızı hangi mekteplerde okutalım ki, sürecin Abdullah’ın son otuz yıldaki keşfi olmadığını öğrensinler. Zor iş. Bu mirasın üzerine, bir de 20’den fazla Kürtaydın, lider, akil adam” vb.. gidip 93’te onun ellerini havaya kaldırdılar ve kutsadılar, meşrulaştırdılar.. Bu program, bugün gerillanın çekilmesi sürecinde, tartışılması gereken temel olgulardan biridir..(…)

Kısaca tarihsel sürece bakarsak, benzer çözümler, mücadeleye isim koymaların benzerlerini görürüz. Devletin, tarihi bir tekerrür olarak, hemen hemen aynı muhtevalarda tekrarladığı, mücadeleye kendi çıkarına ve siyasi durumuna uygun sonuçlar koyduğu görülür. Ama, kendisinin yaptıkları, vahşeti, çevirdiği entrikalar, öldürmeler, her şey söylenebilir, hemen hiçbiri ortalıkta yok. “İsyan var ve bastırdık, yüce Türk Milletini ve Türk Devletini koruduk, kolladık” ırkçı ve zorba yapı yine yerine oturur.

1925’lerde Azadi örgütü lider kadroları, M. Kemal dönemi Kuzey Kürdistan’la ilgili belli uygulamalar için bölgeye gittiklerinde, entrika ile tümü öldürüldü, kemikleri bile ortada yok. Bunu protesto da dahil olmak üzere, bir gösteri yapan Şeyh Sait ve arkadaşları, (ki biz buna, 21. Mart 1976’da çıkardığımız, Rizgari/1. sayımızda/ -Sh:61/77- “Silahlı Miting” demiştik.) anlaşmaya rağmen asılmışlardı. Mahkeme sırasında Şeyh Sait efendi “anlaşmamız böyle değildi” deyince de, mahkeme reisi “ne yapalım olmadı” diyerek, dar ağacının yolunu işaret etmişti.. Devlet tarafından dönemin adı “Şeyh Sait İsyanı” olarak konulmuş ve “irticai bir hareket” bastırılmış gösterilmişti. Kürt ve Kürdistan, Azadi Örgütü, Halıt Beg ve arkadaşları ne oldu, akıbetleri belli değil. Oysa, yeni oluşan devlet sınırları içinde bir Kürdistan bölgesinin oluşması, Kürt dilinin konuşulması, idari bir yapı vb.. olgular üzerine bölgede toplanan tüm Azadi kadroları, büyük bir komploya getirilerek imha edilmişlerdi. Biz, Rizgari 1 ve 2’de “Şeyh Sait Olayı” öncesini tartıştık. Ben, yazı kurulunu yönetiyordum. Kısaca bir konunu altını çizeyim, 3. Sayımızda yayınlanacak metin hazırdı ve hem “Şeyh Sait” hem de “Azadi Olayı”nı içeriyordu. Ama, 3. Sayıda “…seçim siyaseti” yayınlandı.(…) Bu metin de, Hereke’de sakladığımız çok değerli arşivimizin içindeydi, ele geçti. (…)

1938’de de “Dersim İsyanı” olarak “Seyit Rıza” gündeme getirildi. “Koçgiri Kürt Ayaklanması”, yine, “Şeyh Sait Olayı” gibi dinsel bir inanca yoruldu . Oysa, 1937’ de “Seyit Rıza” da dar ağacına yollanmış ve Alişer de entrikayla öldürülmüştü. 1938 de bunlar hayatta yok, tehcir, zulum var bölgede. Alişer yıllardır mücadelede ve TC haritasında il olarak adlandırılan birçok yeri almış, Kürdistan olarak ilan etmiş ve bazı kurallar da belirlemişti. “Seyit Rıza Olayı” ve “Alişer Harekatı” ile ilgili metin çalışmalarımız ise, Rizgarî Yazı Kurulu’nda üzerinde anlaşma sağlanamayan, tartışmanın devam ettiği, düzenleme de bekliyordu. Bu metin de, son hali verilerek Rizgarî Dergisi’nin başka bir sayısında yayınlanacaktı.. (…)

Yine, Xoybun ve daha sonra 1927 itibariyle 1930’lara kadar Ağrı, İ.Nuri ve arkadaşlarının durumları ve diğer bütün başkaldırılar, hep üstü örtülerek ya da başka adlarla sunuldu. 1970 sonrası DDKO, Komal, Rizgarî ve daha sonraları hep bölücü olarak mücadele ezildi, başımıza gelmedik kalmadı. Sonunda terörist olduk ve sonunda kardeşlik rütbesi ile, amaçsız bir barışa, şartsız/ tercihsiz bir kabullenmeye peşkeş çekilmiş durumdayız. Demokratik denilen gelişmeler tümü gecikmiş ve Türk devlet yapısının sürecini belirliyor. Bütün bu süreç, bizim detayı ile tartıştığımız, programladığımız haliyle duruyor. Daha geniş ele almak ve tartışmak gerekiyor. (…)

Bu PKK hareketinin bir süreci de var. En azından 17 yıllık “Suriye serüveni” üstü örtülecek bir durum değil. Öcalan, bugünkü süreci oradan başlatıp, bir şeyler söylemeliydi. Ki, yukarıda açıkladığımız ve detaylandıramadığımız Kürdistan süreci, böylece onunla da tamamlanmış olur ve tartışılabilirdi. Örneğin; “El-Muhaberat ile ilişkiler”, “Bekaa Kampı”,“PKK iç uygulamaları”, “demokrasi anlayışı”, “organsız yönetim”, vb.. tüm olay ve olgular, bu metnin içindeki demokrasi, siyasallaşma, vb.. önermelerin bir anlam ifade edip etmediğini ortaya koyabilir.

Düşünün, Suriye de cezaevlerinde mahkemeye çıkarılmadan, yıllarca yatan Kürtler de tartışılmamış, onaylanmış. Yüksek düzeyde para kaynağı oraya gitmiş, ama yıllardır ses/seda yok! Faili meçhul dosyası kabarık. Haksız uygulamalar var. İşkence var. Somut bir/iki örnek durumu anlaşılır kılabilir. Örneğin, M.Ş. olayı. Bulunduğu evde saldırıya uğramış, yanındaki bayan ölmüş, o ölmemişti ve hastaneye kaldırılmıştı, İstihbaratla ortaklaşa hastaneye baskın yapılarak, orada öldürülmüştü. Yine, Ş.B. olayı anlatılacak gibi değil. Çok ağır işkence yapılmıştı. Bunlar gibi, sayısız olay var.

Ayrıca, kampa her yeni gelen sayfalar dolusu özgeçmiş yazmış ve başta lider olmak üzere, örgüte de tapınırcasına beyanlarda bulunmuştur. Yine, suçlu gösterilen, yargılanan militanlardan sayfalar dolusu itiraflar alınmış, bunlara “ben Türk ajanıyım” da dedirtilmişti. Binlerce sayfa dolusu bu metinler nerede? Bazı “solcular” tarafından daha önceleri getirilmiş miydi? Yoksa, kısa zaman önce, Suriye ile Türkiye liderlerinin sarmaş dolaş, kardeşlik muhabbetleri zamanında, Türkiye’ye hediye mi edildi, kopileri mi verildi? Bunlar İmralı görüşmelerinde kullanıldı mı? Daha sonra muhabbet niye bozuldu? Bu bozulma belli bir programın değişmesi ya da yeni bir uygulama için miydi? Kendilerini Allahın vekilleri sayanların her şeyi yapma, yaptırma hakları var herhalde! (…)

Yine, en önemli olaylardan biri de, Güney Kürdistan’daki PKK, KDP savaşıdır. Esas barış ve özeleştiri bu savaşla ilgili olmalıydı. Entrikayla ve başkalarının çıkarları için mi savaşıldı? Savaşın asıl nedeni tam anlaşılamadı. Bu savaşta kan gövdeyi götürdü. Kısa sürede, görülmedik sayıda ölü ile, tarihimizde olmadık kardeş savaşı yaşadık, ama barış çağrıştırılmadı. Daha çok şey var. Eğer “o gün o gündü bugün de bugün”, “geçti” deniyorsa, bu açıklanan metni tekzip eder. Zaten, Öcalan daha Roma’dayken silahlı mücadele sürecinden vazgeçmişti, ama o zaman geri çekilinmemiş, tersine daha güçlendirilmişti. Silahlı mücadeleyi 1999’ larda miadını doldurmuş gösterip, tersine hızlandırmak da ilginç! (…) Şunu da belirtelim, Öcalan’ın 99’ da Türkiye’ye gelişi ya da getirilişi, Suriye’den çıkışından itibaren, Rusya, Atina, Roma, Kenya, Mıısır, vb… ziyaretleri de doğrusu ile açıklanmalıdır.(…)

Bütün bunlarla birlikte, metinde son derece ciddi yanlışlar da var. Bunlar, bilerek yapılmış ya da bilinçli yaptırılmış izlenimi veriyor. Çünkü, TC. tarihinde böylesi açıklamalara çok rastladık. Devletin vazgeçilmez bir geleneği bu. TC için, varsa yoksa devleti haklı çıkarmak ve galip getirip sunmaktır. Bu, masa başında, Kemalistlerin vazgeçilmez kurgularıdır. (…)

Kısa kesip, birkaç yanlışa değinmek gerekiyor. Örneğin,

* Bağımsız Kürdistan için binlerce insanımızı dağlara çıkaracaksın, savaştıracaksın. Düşünün dağdaki arkadaşlar yaşlandılar. Bundan vazgeçmenin nedenini açıklamadan, savaşı devlet lehine ve söylemlerine uygun durduracaksın. Sonra ülke bütünlüğü övmeleri yapacaksın.

*Misakı Milli”, Kemalist devlet öngörüsünün bir sloganıdır. Birçok amaç içermektedir. Bundan hiç vazgeçilmedi. Bu, Kürdistan’ı ortadan kaldırılan en önemli belirlemedir. Bunun övgüsü son derece yanlış. Türkiye’nin, Osmanlıdan gelen bir “mirası”nı ifade eden bu yapı, Kürtler için mutlaka ortadan kaldırılması gerekir.

* Az da değil, “bin yıllık din kardeşliği”. Hani her yanı “İslami Hareket” sarmış ya, Abdullah hiç geri kalır mı? Zaten onun “İslami yanları”, gençliğindeki “oruç ve namazları” hükümet erkanı tarafından konuşulmaya başlandı bile.

* Tersine biz Kürtler, Türkler’den çok, Ermeni’ler, Süryani’ler, Yezidi’ler, Pontuslu /Rum’lar, Çerkez’ler, vb.. ile bir arada olduk. Hepimizin evlerinde Ermeni ya da Pontus’lu da vardı. Bin yıl Türklerle din kardeşliği, İslam bayrağı altında olmak ne demek?

Bu söyletiliyor mu, dayatılıyor mu açıklaması zorunlu. Ama, “din bir afyondur” diyerek ortalığın toz/dumana katıldığı ve bu yönde Bekaa da infazlar yaptırılan bir süreç geride duruyor. “İslam bayrağı”nı şimdi dalgalandırma, bugünün koşullarını mı ifade ediyor, yoksa “siyaseti iyi bilmeyi mi?” Çıkar ilişkilerinin, aile, aşiret, tarikat vb…korunma ve kollanması, günün siyaset anlayışı olarak tasdik edilmiş..(…)

* Çanakkale’de birlikte şehit olmak da, yanlış bir tarihi versiyon. Bunu detaylandırmak gerekmiyor.

(…)

Uzatmayayım, son bazı eklemeler de yapıp, şimdilik bitireyim.

Serok’un doğum günü’nü de, hayret ve ibretle izledik. Sürece, devleti haklı çıkaracak bir ad konulacak ya, hazırlık hep bu yönde.. Tarihimizde böyle ilkel ve anlamsız bir durum bilmiyoruz. İstihbarat iyi çalışıyor ve putlaştırma mükemmel. Devlet, neyi, niçin sunuyor ve rasyonelleştiriyor belli. Ne yapalım, çıkar ilişkileri gözleri kör etmiş, zihinleri karartmış. Şimdi ağlama ve tiyatro moda, aynen bazı tarikat ağaları gibi..(…)

BDP ve AKPkardeş Partileri”nin (Başbakana göre, günlerdir birbirlerine düşmanlardı..) ve “Barış Güvercinleri” nin, sözde “Anayasa değişiklik öneri taslakları” da açıklandı. Burada, sözü edilen taslakları siyasal ve hukuksal tartışmak olanağımız yok, keşke olsaydı. Aslında, bu metinler, “Anayasa Tashih Metinleri” dir. Kelime değişikliği ve cümle düzeltmeleri yapılmış. (…)

Sonuç olarak;

Ama, sözü edilen demokrasi ve siyaset yapma ayağına da olsa, yine bizlere hayat hakkı olmayacak. Kendimizi ifade edemeyeceğiz. Çünkü, sonuçta biz “bozguncuyuz”, devletin programını alt/üst ediyoruz. Yolu kapatıyoruz, Uygulanacak programın önü açık olmalı. Ne kadar olumlu ve doğru projeler oluştursanız, ciddi ve güçlü programlar yapsanız, siyaset biliminin kurallarına uysanız; entrika, çıkar, yalan işletemezseniz olmaz. Bu nedenle okullardan Siyaset Bilimi dersleri kaldırılmalı. Ya da yukarıda sözü edilen entrika, yalan, çıkar ilişkileri, yakınlarını koruma, kim uygularsa onun yanında saf tutma ve en önemlisi de istihbarat ilişkilerinin ortasına oturma şartı, kural olarak eklenmeli, yeni bir Siyaset Bilimi oluşturulmalıdır. O zaman Türkiye’de yapılanlar daha iyi anlaşılır. (…)

Doğru, dürüst siyaset sökmüyor. Çıkarsız siyaset yapma “para etmiyor”. Belki ileride, tarih sahifelerinde birkaç cümle ile yer alır. Ya da “Radikal”, “Demokrat”, “Özgürlükçü” geçinenlerin sahifelerinde, eğer pazarlıksızlarsa isimlendirilir belki. Bugünün siyaset bezirganları, birtakım aktörleri de öne sürerek, Kürt ve Kürdistan’ı bitirmek için olmadık oyunlar sergiliyorlar. Onlar gibi, kimler geldi, kimler geçti. (…)

Ama, muhalefet sesleri çıkmalı, yalnız başınıza da kalsanız, bu sürecin teşhiri, anlamsızlığı, haksızlığı ve dayatmaları, vb.. gündeme taşınmalıdır..

(…)

11.04.2013

Facebooktwitterredditpinterestlinkedinmail

Schreibe einen Kommentar